|
18 Aralık 2005 Pazar
20:58:29
|
|
|
Bugünü kendime ayırdım. Bana sıkıntı veren her şeyden uzak duracağım. Oğlum Çağrı ile alışveriş yapacağım, gezeceğim, benim en yakın dostum bilgisayarımla ilgili alışveriş yapacağım. Onun için erken kalktım. Önce radyoyu açmayı düşündüm, her sabah , “Bugün 15 Aralık 2005 Demirbank iyi günler diler” sözünü duyamayacağım artık. Çünkü türlü entrikalarla Demirbank’ı batırıp, HSCB isimli bankaya peşkeş çekmiştik. Şimdi Demirkank’ın yerinde yeller esiyor. HSCB bankası ise Ermeni diasporasının toplantılarını finanse ediyor. Hem, radyo açsam bile hangisini açacağım ki... Radyoların isimlerini şöyle bir düşünüyorum. Joy FM, Power FM, Show Radyo, Radyo Viva, Radyo Forex, Super FM... Neyse bu isimleri düşündükçe radyo açmaktan vazgeçiyorum. En azından haberleri dinleyip çıkayım istiyorum. Televizyon kanallarını bir tarıyorum. Star, CBS; Show, CNN Türk, CNBC-e, vs. vs. Çağrı da uyanmış, bana “Fox kinds’i açsana baba” diyor. “O ne oğlum?” diyorum, “Çizgi film kanalı baba” diye cevap veriyor. Kızıyorum, televizyon açmaktan da vazgeçtim.
“Oğlum bugün alışverişe gideceğiz” diyorum. Çağrı çok seviniyor. Kıyafet almam lazım oğluma. El ele tutuşup, evden çıkıyoruz. Hemen bir taksi çağırıyorum. Taksinin hemen ön tarafında “No smoking” yazısını görüyorum. Ama bir şey söylemiyorum. Önce alışveriş merkezlerine şöyle bir bakıyoruz. “Center”li, “Show Room”lu mağazaların önünden geçip çocuk kıyafetleri satan bir yere giriyoruz. Çağrı’ya kıyafet alacağımı söylüyorum. Tezgâhtar, “LC Waikiki”, “United Colours of Benetton”, “Levi’s”, “Sunset” vs. vs. bu markaların hangisini tercih edersiniz diyor. “Hiç birini” diyorum. Türk markası arıyorum mağazalarda, büyük çoğunluğunun üzerinde Amerikan ve İngiliz bayrakları var. Çocukların daha küçük yaşta nasıl özendirildiklerini ve aşağılık kompleksi oluşturulduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının hanımı da göğsünde Amerikan bayraklı tişörtüyle gazetecilere poz vermemiş miydi? Bu neyin aşağılık kompleksiydi? Türkiye’yi Amerikan’ın 52. eyaleti gören bir zihniyetin bakanının eşi miydi bu kişi? Neyse yine siyasete kafam dalıp gidiyorum. Ama mağazalarda Türkçe yazılı bir tişört bulamadığımız gibi yazısız da bir tişört bulamadık. Çünkü tamamında İngilizce yazılar vardı. “Oğlum sana bugün kıyafet alamayacağız” dedim. Oğlum Allahtan anlayışlı “tamam baba” dedi. “Baba o zaman bana bilgisayar oyunu al” dedi. Bilgisayar oyunları satan bir “Shop” a girdik. Oyunların markaları; “Konami”, “Valve”, “Sıerra”, “Üniversal” oyunların isimleri ise, “Halp-Life 2”, “Winning Eleven 7”, “Brothers in arms”, “Snowblind”, “Manger” vs. vs. “Oğlum hiç Türkçe oyun yok mu?” diyorum. “Baba tek Türkçe oyun Cumhuriyet oyunu, onu da defalarca oynadım başka oyun yok” diyor. Anlaşılan geleceğimiz olan çocuklarımıza hiçbir konuda Türkçe bir şey alamayacağız. Bari ben bilgisayarcıdan bir “klavye” alayım diyorum. Giriyoruz, “F” klavye var mı?” diyorum. “EF klavye yok. Abi ne yapacaksın EF klavyeyi, “Q” dörtte bir fiyatına” diyor. “Ben “EF” değil, “F” klavye olduğunu, bu klavyenin millî klavyemiz olduğunu Türkçe en çok kullanılan harflere göre tasarlandığını söylüyorum. “Abi seninle tartışacak ‘modda’ değilim” diyor. “O ne demek” deyince “Yaa abi bela mısın çek git işine” diyor. Anlaşılan “klavye” de alamayacağız. Tekrar dışarı çıkıyoruz.
Çağrı, “Baba karnım açıktı” diyor. Şöyle çevremde yemek yiyecek nereler var diye bir bakıyorum. “ “Mc Donald’s”, “Burger King”, “Kentucy Fried Chicken” “Domino’s Pizza”, “Pizza Hut” anlaşılan yemek de yiyemeyeceğiz. Çağrı’ya “oğlum ben seni eve bırakayım” diyorum. Yola koyuluyoruz. Yolumuz üzerinde “Hospital” yazısını okuyan Çağrı, “Baba Hospital ne demek?” diyor. Ben de “Hastane demek” diyorum. “Niye hastane yazmıyorlar?” deyince, “Yabancılar da anlasın diye yazmışlar” diyebiliyorum. Hemen ikinci soru geliyor: “Yabancılar çok mu Türkiye’de?”, “Oğlum kafası kültürümüze yabancı çok insan var” diyebiliyorum. Çağrı’yı eve bırakıp ben alışverişe devam etmek istiyorum. Bilgisayar etiketi lazım. Onu almak için kırtasiyeciye giriyorum. “Bunu ancak “Metro” veya “Carrefoure” da bulursun” diyor.
“Metro”ya gidiyorum. Bilgisayar etiketlerine bakıyorum. Hepsi yabancı marka, “yerli yok mu?” diyorum. “Olanlar bunlar” diyor. Alacağım etiket fiyatı, “39 milyon” aynı etiketin yerlisi ise 8 milyon ama bulmak ne mümkün. Yerli mallarımızı üretenler işte bu yüzden fabrikalarını teker teker kapatıyorlar. Kafam iyice kızdı. Artık etiket almaktan da vazgeçip belediye otobüsüne bindim. Otobüs ilerlerken yol üzerindeki üst geçitlerin üzerinde “Welcome to İstanbul” yazıyor. Düşünüyorum. Acaba hangi ülkede kendi lisanından başka bir lisanda hoş geldin yazısı yazılıdır. Mesela, Londra’da böyle bir yazı görebilir misiniz? Yahut, Berlin’de, Paris’te.. Ben size söyleyeyim bu yazıyı görseniz görseniz, sömürge ülkelerinde görürsünüz. Başka hiçbir ülkede göremezsiniz. Yine yol üzerinde, “Winhouse”, “Prestige Mağazaları”, “Tiffany”, “Big Star” gibi birçok mağazaların önünde geçiyorum. Bunları düşünürken, son durağa geliyoruz. Vapura bineceğim. Ama vapur kaçmış, gazete bayisine bir göz atıyorum. “Aktüel”, “Focus”, “Formsaite”, “Marie Claire”, “Geo” dergilere bakmaktan da vazgeçiyorum. İskeleye giriyorum, orada yolcuların alabileceği dergiler var. Ücretsiz dağıtılıyor. “Sealife” derginin adı. Millî havayolumuzun dergisinin adı aklıma geliyor. “Skylife”. Evet denizcilik işletmelerimizin dergisinin adı da, havayollarımızın dergisinin adı da İngilizce. Vay ülkem vay... Artık onu da okumayacağım.
Vapurdan iniyorum. Hemen yolumun üzerinde, “ Fortis” bankasının tabelası burnumuzun dibinde. Yılların Dışbank’ı da “Fortis” olmuş. Bütün Türkiye’de tabelalarını asmış... Bu bankanın PKK’nın kullandığı mayınları üreten firmaya ortak olduğu bütün internet sitelerinde dolaşıyor. Ama bankadan ses yok. Bu bankayı her gördüğümde, şehitlerimiz ve gazilerimiz aklıma gelecek. Onlara ne diyeceğiz? Siyaset yapmayacağım bugün diyorum yine kendi kendime. “Bari bir arkadaşıma uğrayayım, soluklanayım” diyorum. “Kastel” Han’daki arkadaşıma uğruyorum. “Kemalciğim ne içersin” diyor. “Nescafe”, “Capuccino”, “Cola” ... “Ben çay “ diyorum. “Kettle”da su ısıtıyorum, her şey anında hazır” diyor. Isıttığı suyu fincana boşaltıyor “Lipton”u koyuyor. Ahhh diyorum, nerede bizim Rize Çayımız ama, nafile artık İngiliz usulü çayımızı içmek zorunda kalıyoruz. Oradan da izin isteyip aynı handaki başka arkadaşıma uğruyorum. O arkadaşım gözlükçü, “İşler nasıl” diyorum. “berbat” diyor bu sektörde 29 millî fabrikamız vardı, hepsi kapandı. Şimdi bütün gözlüklerimiz yurtdışından geliyor. Oyuncak piyasası öyle, ayakkabı piyasası öyle” diyor. Sinirlerimiz iyice gerginleşmiş bir vaziyette gazetemize doğru ilerliyorum. Köşede “Gorbis Fast Food” yanında “Net room Cafe” onun yanında da “Call Shop” var. Onun yanından da Orsep Otel ve Metropol oteli geçip Ufuk Ötesi gazetemize ulaşıyorum. Masama oturup bir soluk alıyorum. Gazeteleri şöyle bir karıştırıyorum. Türk Dil Kurumu Başkanımız Prof. Dr. Şükrü Akalın’ın açıklaması var gazetede. “Türkçe sözlüklere büyük ilgi var” Bu habere üzüleyim mi sevineyim mi bilmiyorum. Çünkü artık, “Sözlüksüz Türkçe konuşamaz, yazamaz olmuşuz”
sanırım hepimize bir sözü var bu paylaşımın..
sevgilerimle
volkan
|
|